İstanbul Film Festivali geride kaldı. İş yoğunluğundan istediğim oranda takip edememiş olsam da kendi adıma keşfettiğim, ilk filmleriyle tanıma fırsatı bulduğum genç sinemacılar oldu. O isimlerden biri de ‘Taksim Hold’em’ adlı filme imza atan Michael Önder’di.
‘Taksim Hold’em’ dünya prömiyerini Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde yapan ve Japonya’da övgü alan bir projeydi. İstanbul Film Festivali’nde de yarışma filmlerinden biri olarak seçkide yer aldı. Ve festival yolculuğunun ardından, bugün vizyona giriyor. Tamamıyla bağımsız bir yapım, o yüzden son derece cesaretli bir iş. Meselesi çok ciddi. Çünkü insan olmaya dair derin bir sorgulamaya soyunuyor. Tek mekanda geçen, sadece diyaloglarla bezeli bir film olmasına rağmen, mizahı en incesinden kullanarak, gerçek anlamda ‘güldürürken düşündürüyor’. Üstelik bunu tüm klişeleri yerle bir ederek yapıyor.
Peki ne anlatıyor? Bu soruyu sorarken ‘ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemli’ tezini geride tutuyorum. Çünkü hem en anlayacağımız şekilde anlatıyor hem de ‘insan nasıl bir mahluk’ meselesine doğrudan dalıyor. Malum bugünlerde hepimizin aklındaki soru bu, aslında. Film, Gezi olaylarıyla yola çıksa da bu bir Gezi filmi değil… Aslolan bulundukları evin dışında bir protesto yaşanırken, o evdeki arkadaş grubunun kendi içlerindeki tartışmaları. Spesifik bir olaydan yola çıksa da, filmin derdi insani hallerimiz, özellikle defolarımız. Filmin niyeti, küçücük bir topluluk dahi olsak, bir çatışma halinde, kendi içimizdeki çatlamaları izletmek. Filmin başrol oyuncularından Damla Sönmez’in vurguladığı gibi, basbayağı bir yüzleşme bu.
Yeri geldiğinde hepimizin idealleri var. Bir tartışma anında savunduklarımız var ama acaba gerçek hayatta nasıl davranıyoruz? Uygulamaya geldiğinde, söylediklerimizin ardında ne kadar duruyoruz?
Sosyal medya üzerinden esip gürlüyoruz ama ne kadar samimiyiz? Filmin sorduğu böyle birçok soru var. Yani, insanız ya, defoluyuz ya, işte film de bize ait tutarsızlıkları gözümüze sokuyor. ‘Taksim Hold’em’ söz ve eylem üzerine bir sorgulamaya sevk ediyor ve bir yere varmayan konuşma hallerimizi anlatıyor. O yüzden bu proje, bir görüşün, bir tarafın filmi değil ve bana kalırsa bir çağrısı var; sözden, eylemden önce iletişim şart. Hep deriz ya; sanat sorgular, insana ayna tutar. Nihayetinde sinemanın da böyle bir misyonu olduğu, göz ardı edilemez. Dolayısıyla kutluyorum genç sinemacıları.